İsrail İçin Büyük Bir Sorun Olarak Türkiye

İsrail İçin Büyük Bir Sorun Olarak Türkiye
Sosyal medyada paylaş: Facebook Twitter Whtasapp

İsrail İçin Büyük Bir Sorun Olarak Türkiye

21. Yüzyılda İsrail ve Komşuları için büyük bir sorun olarak Türkiye

 

Prof. Efraim Inbar

JSIS Enstitü Başkanı

 

Dr. Hay Eytan Cohen Yanarocak

Modern Türkiye Uzmanı

 

Erdoğan liderliğindeki Türkiye bölgenin istikrarını ve İsrail'in çıkarlarını tehdit ediyor.

 

Özet

 

Soğuk Savaşın bitişi, Orta Doğu'nun ve Akdeniz Havzasının büyük ve önemli bir ülkesi olan Türkiye'ye dış politikada büyük bir hareket özgürlüğü verdi. Türkiye'nin ihtiraslı ve yayılmacı lideri Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'nin dünyadaki yerini güçlendirmek için bundan ve ABD'nin izolasyoncu eğilimlerinden faydalandı.

 

2002 yılında iktidara gelen Erdoğan AKP'si (otoriter bir yönetime dönüşüm ile birlikte) ülkenin İslami karakterini yeniden kurmaya ve Osmanlı İmparatorluğunun eski görkemine yapılan açık atıflarla birlikte ülkenin bölgesel ve uluslararası statüsünü genişletmeye çalışıyor.

 

Orta Doğu ile Akdeniz Havasının mevcut siyasi düzeninin altını oyan Türkiye bölgesel hegamonya hedefliyor. Türkiye, küresel Müslüman ülkeler topluluğuna aktif bir biçimde angaje oldu. Irak, Suriye, Körfez ülkelerinden Katar ve Somali'de askeri olarak bulunuyor. Bir süre önce de Libya ile MEB sınırı iddiasında bulunarak Ege Denizindeki Yunan egemenliğine meydan okudu ve İsrail, Mısır ve Kıbrıs'tan Avrupa'ya gaz taşıma planları için sorun teşkil etmeye başladı. Bir zamanlar Osmanlı yönetiminde bulunan Balkan toprakları yanında Libya, Lübnan ve Gazze'deki nüfuzunu da sağlamlaştırmaya çalışıyor.

 

Türk toplumundaki ve dış politikasındaki uzun dönemli trendleri yansıtan Türkiye'nin politik değişimi, Erdoğan dönemi sona erse bile ortadan kalkmayacaktır. Türkiye'nin İsrail ile sürtüşmeleri de aynı şekilde Batı'dan uzaklaşmayı ve Müslüman dünyadaki popüler İsrail karşıtı tavırlarla büyüyen bir dayanışmayı yansıtmaktadır.

 

Türkiye kısaca hem bölgedeki istikrarı hem de İsrail'in bölgedeki stratejik çıkarlarını tehdit etmektedir. Her şeye rağmen, bu raporda anahatlarıyla anlatıldığı üzere Batı, Türkiye'ye karşı etkili ve stratejik bir yanıt planlayabilir.

 

İsrail'e politik tavsiyeler

 

İsrail, Türkiye'ye karşı büyük bir dikkatle hareket etmelidir. İsrail'in bu güçlü ülkeyi faal bir düşmana dönüştürmekten hiçbir çıkarı yoktur. Türkiye'nin Erdoğan yönetiminde bile İsrail konusunda belirli bir dereceye kadar pragmatizm gösterdiği göz önünde bulundurulmalıdr. Diplomatik ilişkiler tamamen koparılmamış ve Müslüman ziyaretçilerin Kudüs ve özellikle Tapınak Dağına ziyaretlerinin emniyete alınması dahil Türkiye'nin turizmi için önemli olan karşılıklı hava trafiği ile birlikte önemli ticari ilişkiler korunmuştur.

 

Sonuç olarak İsrail, gelecekte AKP'nin kontrolünde olmayan ya da parti içindeki daha ılımlı unsurların oluşturduğu başka bir hükümet ile daha iyi ilişkiler ihtimalini korumak için Türkiye'nin mevcut lideri ile bir bütün olarak Türk toplumu arasında ayrım yapmalıdır. Türk toplumundaki seküler çevreler ile Gülen hareketinin üyeleri, İsrail ile daha iyi ilişkiler istemektedir. Türkiye, İran değildir. Onun G-20 içindeki statüsü ile ABD ile ilişkileri Türkiye için önemlidir.

 

Doğu Akdeniz Gaz Forumu ile İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan liderlerinin üçlü gerçekleştirdiği son zirvelerde bu yeni bölgesel işbirliklerinin Türkiye'yi, eğer yöneticileri işbirliğini tercih ederse, dışlamadıkları vurgulanmıştır. İsrail de bunu vurgulamayı sürdürmelidir. 

 

İsrail bir yandan da Türkiye'nin mevcut liderinin hırslarını dizginlemeyi mümkün kılacak etki aygıtlarını bulmalıdır. Bu, ilk ve en başta ekonomi alanıyla ilgilidir. Ekonomi, Erdoğan'ın hem gücünün kaynağı hem de Aşil topuğudur. Hedef onun, İsrail'in hayati çıkarları ile Mısır başta olmak üzere bölgesel işbirliği ortakları açısından tehdit teşkil etmesini engellemektir. İsrail'in Türkiye ile ilgili diplomatik faaliyetleri Washington'a odaklanmalı ve Erdoğan'ı gemleme çabası içinde hem ABD yönetimini hem de Kongre'yi kullanmaya çalışmalıdır. Geçmiş yıllardaki tecrübeler Erdoğan'ın aşağılayıcı ifadelerine rağmen Washington ile doğrudan bir çatışmaya girmekten kaçındığını göstermektedir.

 

İsrail bir taraftan da Türkiye'yi 'zaptedecek' işbirliğini güçlendirmek için Mısır, Yunanistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile çalışmalıdır. Bu, hem diplomatik bir kampanya yürüten hem de Doğu Akdeniz'de, yani Libya ve Lübnan'da askeri bir varlık gösteren Fransa'nın attığı adımlarla birlikte yapılabilir. Türkiye'nin sorunlu davranışlarıyla ilgili Avrupa'nın farkındalığını da güçlendirmek önemlidir. Bir zamanlar Osmanlı boyunduruğunda yaşamak zorunda kalan Balkan ülkeleri de Türkiye'den çekinmektedir. AB üyesi olan Romanya ile Bulgaristan kadar birliğin kapısını çalan Sırbistan ve Kosova da bu çabaların doğal ortaklarıdır.

 

Özellikle İran ve vekilleri ile muhtemel bir çatışma, Kudüs için daha öncelikli olduğu sürece İsrail Türkiye'ye karşı askeri bir eyleme girişemez. Bu durum İsrail'in doğu Akdeniz'deki ortaklarına içtenlikle açıklanmalıdır. Ancak aynı zamanda Türkiye'nin hamlelerinin İsrail'in hayati çıkarlarını hedef alması durumunda, İsrail'in Türkiye'ye karşı güç kullanmaktan çekinmeyeceği de net bir şekilde ifade edilmelidir. İsrail'in Mavi Marmara filosunu engellemesinin diğer düşman filolarını demir almaktan alıkoyduğu ve bu hareketin Yunanistan ve Kıbrıs ile bölgedeki diğer ülkelerin saygısını kazandığı unutulmamalıdır.

 

İstihbarat toplama ve araştırma açısından ve savunma bileşenlerindeki gelişmeyi göz önüne alınca İsrail'in savunma teşkilatı ve istihbarat topluluğu, Türkiye'nin İsrail ve hayati çıkarları açısından risk oluşturan davranışları gerçeğine uyum sağlamalıdr. Türk donanma filosunun güçlenmesinin etkileri dikkatle düşünülmelidir. 

 

Erdoğan'ın açıklamaları düşünüldüğünde, Türkiye'nin nükleer alandaki gelişmeleri takip edilmelidir. Türkiye'nin Kudüs'teki faaliyetlerinin de izlenmesi ve şehrin Müslüman nüfusu üzerindeki nüfuzunun da etkisizleştirilmesi gerekmektedir.

 

Bu maksatla, yakın ya da uzak bir zamanda Rusya'daki büyük Müslüman azınlıklar arasında karışıklıkları tahrik etmesi muhtemel Türkiye'nin hırslarını sınırlamak için Rusya'nın yardım etme ihtimaline de bakmaya değer. 

 

İsrail ayrıca Ankara hükümetinin korumasına muhtaç olan Türk Yahudi cemaatinin hassasiyetlerini göz önünde bulundurmalıdır.

 

Giriş

 

Osmanlı devrinde bölgenin baskın gücü olan ve dünyadaki birinci derece güçler arasında yer alan Türkiye hala Orta Doğu'nun en büyük ve önemli ülkelerinden birisidir. İran ile birlikte 84 milyondan fazla olan nüfusu ile Mısır'dan sonra bölgenin en kalabalık ikinci ülkesidir. 744 milyar dolarlık GSMH'si ile Suudi Arabistan'ın ardından en büyük ikinci ekonomik güçtür ve bu sayede G20 ülkeleri arasındadır. Batı Asya'daki, Avrupa'nın sınırındaki ve Doğu Akdeniz sahilindeki stratejik lokasyonu ile Boğazlar üzerindeki denetimi onun stratejik önemini artırmaktadır. ABD'den sonra en büyük ikinci orduya sahip NATO üyesidir.

 

Soğuk Savaşın sona ermesi, Türkiye'nin bölgedeki dış politikasına daha fazla özgürlük verdi. ABD'nin Orta Doğu'daki rolünü sınırlandırma niyetinde olan başkanlar Barack Obama ve Donald Trump döneminde bu eğilim güçlendi. Bu yeni uluslararası realite, Türkiye'nin küresel staüsünü güçlendirme tukusu ile uyumluydu. 2002 yılı, (otoriter bir yönetime geçişle birlikte) ülkenin İslami karakterini yeniden inşa etmeye ve bölgesel ve uluslararası yerini güçlendirmeye çalışan, geçmişteki Osmanlının şanlı dönemlerini açıkça arzulayan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin ikitidara gelişine tanıklık etti. Türkiye geçen yıllar boyunca bölgesel egemenlik elde etmeye ve Orta Doğu ile Akdeniz Havzasının mevcut siyasi düzenini yıkmaya uğraştı.

 

Kavgacı bir üyeyi üyelikten atma mekanizmasından yoksun olan NATO ittifakının bir üyesi olmayı sürdüren Türkiye, buna rağmen kendisini tedricen Batıdan uzaklaştırdı. Avrupa Birliği'ne üyelik girişiminin başarısız olmasının hemen ardından – iktidar partisi bu girişimi orduyu etkisizleştirmenin bir bahanesi olarak kullanmıştı – Türkiye, modern ve seküler Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün, Orta Doğu'ya müdahale etmeme uyarılarına kulaklarını tıkadı. Türkiye şu anda Irak, Suriye, Körfez ülkelerinden Katar ve Somali'de asker bulunduruyor. Yunanistan'ın Ege Denizi ile Doğu Akdeniz'deki egemenliğine meydan okuyor. Bir zamanlar Osmanlı yönetiminde bulunan Balkan toprakları yanında Libya, Lübnan ve Gazze'deki nüfuzunu da sağlamlaştırmaya çalışıyor. 

 

2002 yılından beri Türkiye'nin sorgusuz sualsiz lideri olan kişi AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan'dır. Parti, daha ılımlı sesler içerse de Müslüman Kardeşler'in bir Türk versiyonu olarak tanımlanabilir. Parti gücünü geleneksel kırsal kesimlerden ve fakirleşmiş çevre ile gecekondu bölgelerinde yaşayan milyonlarca Türkü orta sınıfa taşıyan ekonomik gelişmeden almaktadır. Buna göre Erdoğan, ihracata dayalı, küresel ekonomiye entegre olmuş ve turizm sektörüne bağımlı Türk ekonomisine zarar verecek adımlar atmamaya özen göstermektedir.

 

Erdoğan, başlarda ihtiyatle ve daha sonra da büyük bir enerjiyle ülkesini, 1927 yılında Cumhuriyetin kurucuları tarafından Türkiye'ye kabul ettirilen Atatürk'ün seküler mirasından uzaklaştırdı. Türkiye onun liderliği altında kavgacı bir dış politika ve Ayasofya'nın camiye çevrilmesi gibi sembolik adımlarda ortaya koyulduğu gibi, bugünlerde kararlı bir Türk ulusalcılığıyla birleşmiş yeni Osmanlı ve İslamcı yönlerini gizlememektedir. Türkiye'nin iç politikası (diğer gelişmeler bir yana, Erdoğan'ın statüsünün güçlenmesi ve AKP'nin ulusalcı MHP ile ortaklık) zemininde tedricen radikalleşen bu ulusalcılık, başka şeylerle birlikte anti semitist açıklamalar, İsrail'e karşı hasmane bir duruş ve 'El-Aksa'nın özgürleştirilmesi' vizyonunu beslemektedir.

 

Bu makale Türkiye'nin siyasal sistemi ile dış politikasındaki yeni yönelimleri araştırmaktadır. Bu değişimler büyüktür ve Erdoğan dönemi sona erse dahi yok olmayacaklardır. Bu gelişmeler İsrail'in çıkarları açısından tehdit teşkil etmektedir. Bu makale Türkiye'nin meydan okumalarına karşı İsrail'in izlemesi gereken politika konusunda tavsiyelerle son bulmaktadır. Makale sonundaki ekte Türkiye'deki siyasal güç dengesi incelenmiş ve gelecekle ilgili öngörülere yer verilmiştir.

 

İç Değişimler

 

AKP'nin iktidara gelmesinden bu yana yaklaşık yirmi yıldır Türk siyasal sisteminde Kemalizm büyük ölçüde tasfiyeye maruz bırakıldı. Yine de Kemalizmin kaleleri ile Cumhuriyetin sembolleri yerinde durmaktadır. Bu arada İslamizasyon politikası eğitim ve kamusal alana damgasını vurdu. Sistemin daha belirgin bir karakteristiği, giderek artan bir şekilde otoriter bir yönetime dönüşümle birlikte rakipler, medya ve hatta sosyal medya ağlarının baskı altına alınıp ve susturulmasıdır. Erdoğan'ın iç ve dış politikasını eleştirenlerin onu sultan olarak adlandırma eğilimine karşın o saltanat ve hilafet fikirlerine sıcak bakmıyor. Ancak kamuda kullanılan semboller Osmanlı geçmişini yansıtıyor.

 

Eğitim sisteminde tedrici bir İslamizasyon süreci yaşanmaktadır ve bu, 21. yüzyılın ikinci on yılı ile birlikte kuvvet kazanmıştır. Atatürkçülük (seküler Türk ulusalcılığı) olarak bilinen ilke 2012 yılında müfredattan çıkarılmıştır. 2017 yılında da İslami ilahiyat ruhu içinde cihad ilkesi eklenmiştir. Bu kavram genelde manevi gelişim için mücadele anlamı taşısa da başka anlamları vardır. Yüzyılın ikinci on yılı ile birlikte dini eğitim veren İmam Hatip Liselerinin sayısı birkaç kat artmıştır. AKP, Türkiye'deki Yüksek Öğretim Kurumunu da ele geçirmiş ve İslamcıları üniversite kadrolarına yerleştirmiştir.

 

İslamizasyon başka alanlarda da gerçekleşmiştir. Daha önce belirtildiği gibi seküler Kemalist mirasın koruyucusu olan ordunun gücü etkisizleştirilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı dikkate değer şekilde güçlendirilmiş ve geçmiş yıllarda yetkililer muhalifleri ve daha ılımlı dindar Fethullah Gülen grubu üyelerini sert yöntemlerle bastırmıştır. Kamuya açık yerlerde alkol tüketimini azaltmak için satışına ve reklamına ağır vergiler konulmuştur. Benzer şekilde, Osmanlı döneminde camiye dönüştürülen ve sonra müze haline getirilen Bizans kiliseleri tekrar cami yapılmıştır. Bunların en meşhuru, tekrar camiye dönüştürülmesi Osmanlı İmparatorluğu'nun 1453'te İstanbul'u fethetmesinin vurgulandığı askeri bir törenle kutlanan ve yetkililerin bir sonraki adımda El-Aksa Caminin özgürleştirileceği açıklamalarını yaptığı Ayasofya'dır.

 

Başkan ve partisi yıllardır hükümet kurumları üzerindeki kontrollerini artırmaktadır. Daha önce parlamenter sistem içinde başbakan olarak görev yapan Erdoğan, meclisin güçlerini azaltmış ve çok daha merkezileşmiş bir başkanlık rejimine aşamalı bir geçişi sağlamıştır. Anayasal değişim 2017 yılında tamamlanmış ve çok güçlü bir yönetici olarak Erdoğan'ın siyasi statüsünü sağlamlaşmıştır. Rejim çok daha otoriterleşmiş ve kişiselleşmiştir. Basın özgürlüğü üzerindeki baskı büyümüş ve yetkililerin baskısı ile gazete ve televizyon sahibi şirketler, başbakan ve sonra da başkanın yakınları tarafından satın alınmıştır. Bürokratlar kadar askeri ve polis yetkilileri de kamuya açık davalarla karşı karşıya kalmış ve hükümete karşı işbirliği ile suçlanmıştır. Parti ayrıca hukuk ve bankacılık sistemlerini de ele geçirmiştir. STK'lar baskı altına alınmış ve yetkililer kısa bir süre önce sosyal ağlar üzerindeki denetimi sıkılaştırmıştır.

 

Özellikle 2016 yılındaki başarısız darbe girşiminin ardından Erdoğan, yüksek rütbeli asker ve polislere karşı büyük bir temizlik yaptı. Seküler miras içinde yetişmiş üst düzey yetkililerden arta kalanlar, güç kullanma yetkisine sahip teşkilatlardan atıldı. Muhalefet ile birlikte Erdoğan'ın gittiği yönden endişe duyan Batılılar, Bekçi teşkilatına silah taşıma izni vererek partiye sadık bir milis grubu oluşturulmasından da kaygı duymaktalar. Erdoğan, 2020 yılı Ağustos ayında Takviye adı verilen başka bir askeri teşkilat oluşturdu. Bu teşkilatın görevi Türkiye'de başkanı korumak olarak belirlendi ve özel kuvvetler statüsünde eğitim alacaklar. Takviye kuvvetleri, polis ve Bekçi teşkilatından farklı olarak doğrudan Erdoğan'ın komutasındadır. Erdoğan, kendi kişisel hakimiyetini daha da kuvvetlendirmek için bir Başkanlık Muhafız teşkilatı da oluşturdu.

 

Türk nüfusunun büyük bir bölümünde, özellikle çevrede, kentsel olmayan bölgeler ile kıyılardan ve büyük şehirlerden uzak bölgelerde yukarıdan aşağı Kemalist sekülarizasyon süreci asla kök bulamadı. Dolayısıyla ulusalcı mesajlar çekici geldi. Erdoğan'ın dünya görüşüne temel alarak açıkça telaffuz ettiği ve Osmanlı mirasına dayananan İslamcılık da dikkat kesilen kulaklardan kaçmamıştır. Bunların yanında şahsi karizması ile muhaliflerini baskı altına alması, Erdoğan ile partisinin siyasi sistem üzerindeki kontrolünü pekiştirdi. Ancak Erdoğan ile partisinin elde ettiği etkileyici gücün yegane açıklamaları bunlar değildir. İlk ve en başta onların statüsünü takviye eden şey yüzyılın başındaki ekonomik krizin üstesinden gelerek kırsal kesim ile büyük şehirlerin kenar mahallerindeki gecekondularda yaşayan milyonlarca Türkün korkunç bir yoksulluktan çıkmasını sağlamalarıydı. Bu başarılar Erdoğan'a kredi kazandırdı ve son seçimlere kadar sandıklarda halk desteği bulmasına katkıda bulundu.

 

Ancak son ik yıldır ekonominin kötüye gitmesi, Erdoğan'ın parıltısını gölgeledi ve KOVİD-19 krizi ile birlikte işler daha da kötüye gitti. Ekonomik gelişme sorunu Erdoğan ve AKP için Aşil'in topuğuna dönüştü. 2019 belediye seçimlerinde AKP İstanbul ve Ankara gibi iki önemli kaleyi kaybetti. İstanbul'daki mağlubiyet daha da acıydı. Erdoğan, AKP adayının kılpayı yenilgisini yasal olarak örtmek için ikinci bir seçim istediğinde muhalefetin adayı bu sefer daha farklı kazandı. (Türkiye'nin ekonomik ve kültürel hayatının kalbinin attığı ve Erdoğan'ın kendisinin halk desteğiyle siyasi kariyerini yaptığı şehirde). Mağlubiyetin sebeplerinden birisi, AKP'nin şehirdeki Kürt sakinlerle arasını bozup onları MHP'li ulusalcıların lehine terk etmesiydi. Ayrıca AKP'deki önemli figürler partiyi terk ederek Erdoğan'a muhalif bir tavır takındı. Bunların en dikkat çekenleri eski başbakan Ahmet Davutoğlu ile eski başbakan yardımcısı Ali Babacan oldu. (Türkiye'nin siyasal haritasıyla ilgili olarak eke bakınız.)

 

Bu gelişmeler AKP egemenliğinin değiştirilemez olmadığını göstermektedir. Bir sonraki parlamento ve başkanlık seçimlerinin 2023 yılı Haziran ayında yapılması kararlaştırılmıştır. Şu anda Erdoğan'ın hakimiyetini tehdit etme potansiyeline sahip bir lider ufukta görünmemektedir. Ancak mecliste mutlak çoğunluğa sahip olmayan partisi muhtemelen daha fazla koltuk kaybedecektir ve işte o zaman birileri ona karşı aday olma riskini alabilir. Her halükarda Türk seçmen için birinci öncelik ekonomi olacaktır.

 

Dış Politikadaki Değişimler: Bölgesel Sistem

 

Türk dış politikası, Erdoğan döneminden önce de çeşitli yoğunluk seviyelerinde var olan bir duygu olarak, siyasi ve güvenlik elitinin sahip olduğu 'büyük bir ulusal güç algısına' dayanmaktadır. Türkiye'nin askeri gücü Soğuk Savaş döneminde istikrar sağlayıcı bir rol oynamış ve Türk sefer kuvvetleri Kore (Vietnam'da değil) ve Afganistan'da ABD ile birlikte savaşmıştır. Türkiye'nin içinde önemli bir askeri ve jeopolitik ağırlığa sahip olduğu NATO üyeliği bu duyguları güçlendirmiştir. Hem öz algıda hem de Avrupa ile diplomatik görüşmelerde Türkiye'nin önemini artıran diğer nesnel faktörler doğudan batıya bir 'enerji köprüsü' rolü ve istenmeyen kitlesel göçleri kontrol etme yeteneğidir. Miktarı hala net olmayıp kullanılır hale gelmesi zaman alacak olsa da Karadeniz'de keşfedilen gaz sahası ülkeyi enerji alanında bağımsız ve hatta uluslararası enerji pazarında önemli bir aktör haline getirecek bir kaynak olarak resmedilmektedir.

 

Bütün bunlara ideolojik seviyede eşlik eden, (AKP'nin iktidara uzanmasının ardından ve özellikle son yıllarda) Türkiye'nin staüsünü Müslüman dünyanın doğal lideri olarak yeniden tesis etme ihtirasıdır. Bazı çevreler hilafetin yeniden tesis edilmesi çağrısında bile bulunmuştur. Saldırgan bir sekülerizm ve Latin alfabesinin benimsenmesi gibi adımlarla tarihin izlerini silmek için çalışan Atatürk ve halefleri, Osmanlı mirasına sırt çevirmiştir. Şimdi durum tersine dönmüştür. 

 

Türkiye halihazırda İslam İşbirliği Teşkilatında (İİT) aktif bir üyedir. Türkiye'nin temsilcisi 2004 yılında teşkilatın genel sekreteri olarak atanmış ve 10 yıl bu görevi sürdürmüştür. Türkiye ayrıca teşkilatın 2016 ve 2017'deki iki zirvesine ev sahipliği yapmıştır. Türkiye diğer yandan İslamcı eski başbakan Necmettin Erbakan'ın (1996 - 1997) tasarladığı bir ekonomik işbirliği teşkilatı için girişimde bulunmuştur. D – 8 olarak bilinen yapı Bangladeş, Mısır, Endonezya, İran, Malezya, Nijerya, Pakistan ve Türkiye dahil sekiz Müslüman ülkeyi içeriyordu.

 

Türkiye, Erdoğan döneminde (Hamas dahil) İslami hareketleri destekleme konusunda kendi kuvvetlerini Katar'ın finansal gücüne kattı. İran ile belirli alanlardaki rekabete ve Şii ve Sünni radikalizm arasındaki kavram farklılıklarına rağmen (Batı'nın istenmeyen adam olarak gördüğü) İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad'ı ağırlamaktan ve ülkesi İran'ın nükleer programı sebebiyle maruz kaldığı ekonomik yaptırımları atlatarak maddi sıkıntılardan kurtulması için yardımcı olmaktan çekinmedi. Aslında, İran kökenli bir işadamı ve Erdoğan'ın oğullarının arkadaşı olan Reza Zerrab, 2016 yılında ABD'de tutuklanmıştı. Türkiye, Darfur'daki savaş suçları sebebiyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından suçlu bulunmasına rağmen, Sudan eski diktatörü Ömer El Beşir'i (2008) iki defa ağırladı. Bu konuda eleştirler alan Erdoğan, El Beşir'i 'Bir Müslüman katliam yapamaz.' sözleriyle savunmaktan çekinmemişti.

 

Türkiye'nin IŞİD karşısındaki önceki tutumu en iyi ihtimalle muğlak olarak nitelendirilebilir. İlk başlarda IŞİD'in yayılmasını engelleyen ana güç, Türkiye'nin de düşman olarak gördüğü kuzey Suriye'deki Kürtlerdi. Türkiye'nin, kuşatma altında olup IŞİD'in şiddetli saldırlarına maruz kalan Kobani'ye Kürt Peşmerge güçlerinin ulaşmasına izin vermesi için Batı'nın ağır bir baskı yapması gerekti. Türkiye'deki ağır terör saldırılarının ardından ve ABD'nin başında olduğu IŞİD karşıtı koalisyonun kurulmasıyla Türkiye daha kararlı bir duruş gösterdi ve El Kaide'den türemiş Suriyeli militanlara destek vermeyi sürdürdü.

 

Erdoğan'ın (Müslüman Kardeşlerin Filistin'deki kolu olan) Hamas'a desteği, İsrail'in (2008 Aralık – 2009 Ocak) arasında Gazze'ye düzenlediği Dökme Kurşun Operasyonuna verdiği öfkeli tepkide öne çıktı. Erdoğan, Katar ile birlikte operasyonun bitmesi için çalıştı ve daha sonra da Davos'taki zirvede Cumhurbaşkanı Peres'e saldırdı. İslamcı İHH örgütüne ve 2010 yılında düzenlediği Mavi Marmara filosuna da örtülü destek verdi. İsrail güçleri gemiyi durdurduğu zaman Erdoğan Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerinin seviyesini düşürdü. İsrail'in özür dilemesi ve 2013 yılında ilişkilerin yeniden başlamasına rağmen Türkiye'nin Hamas'a açık desteği devam etti. Ancak Erdoğan, ülkesinin İsrail ile ekonomik ilişkilerine ve Hayfa Limanı üzerinden yürütülen Ürdün ve Körfez ile ticaretine zarar vermekten kaçınıyordu. Türkiye yine de bazıları aktif olarak terör eylemlerinde yer alan Hamas üyelerine ev sahipliği yapmayı sürdürdü ve bir süre önce bunlara Türk vatandaşlığı verdi. Erdoğan ayrıca İsrail – BAE anlaşması ile Bahreyn'in normalleşme anlaşmasına muhalif bir tavır aldı.

 

Türkiye'nin Kudüs'teki faaliyetleri de İsrail açısından sorunludur. Bu faaliyetler arasında Türklerin ziyaretlerinin teşvik edilip maddi açıdan desteklenmesi bulunmaktadır.  Bu ziyaretler, Hamas ile ilişkili İslami kurumlara ve yine Müslüman Kardeşlerin bir kolu olarak İsrail'in kuzeyinde faaliyet gösteren İslami Harekete ekonomik ve moral açıdan katkı sağlamaktadır. Daha da ötesi, Türk dış yardım ajansı TİKA, şehrin Müslümanların yaşadığı bölümlerinde eğitim ve sosyal hizmet kurumlarını desteklemektedir. Türkiye ayrıca Ürdün'ün statüsünü zayıflatmaya ve İsrail'in Tapınak Dağı ile Kutsal Havza'daki faaliyetlerini baltalamaya çalışmaktadır.

 

Türkiye, bölgesel düzeyde, 2013 yılında Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin devrilmesinden bu yana Erdoğan'ın gayrimeşru 'zorba yönetim' olarak baktığı Mısır'daki Sisi rejiminin istikrarını bozmaya çalışmaktadır. Mısır'daki Müslüman Kardeşler üyeleri Türkiye'de sığınacak bir yer ve eylem üssü buldular ve medyaya, sosyal ağlara ve taraflı 'araştırma' yayınlarına dahil oldular. Türkiye'nin bu Müslüman halkları kendine çekme çabaları içine 2010 yılında devlet radyo ve televizyon şebekesinde Arapça bir kanal kurma da girmişti. Ankara aynı yıl Arap Birliğine gözlemci olarak katıldı.

 

Bölgesel hegamonya için Mısır ile Mübarek dönemine kadar uzanan rekabet Sisi döneminde daha da yoğunlaşarak 2014 yılından bu yana devam eden Libya iç savaşını da etkilemiştir. Bu çatışmada Türkiye yanlısı, Müslüman Kardeşler ile ilişkili ve Trablus'u elinde tutan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Mısır tarafından desteklenen ve ülkenin doğu bölümlerinde hüküm süren Halife Hafter'in Libya Ulusal Ordusu savaşmaktadır.

 

2019 yılı Kasım ayından bu yana ve muhtemelen yerel seçimlerdeki hoşnutsuzlukla ilgili olarak Erdoğan (Bozkurtlar olarak da bilinen koalisyon ortağı ulusalcı MHP'nin desteğiyle) Türkiye'nin Libya'ya askeri müdahalesini artırdı. Bu da Mavi Vatan doktrini ile uyumlu olarak Akdeniz Havzasında istikrarı zedeleyen bir dizi gelişmeye neden oldu. UMH ile varılan bir uyum mutabakatına dayanarak ve Türkiye'nin doğrudan askeri müdahalesine meclisten onay çıkmasının ardından Erdoğan Libya'ya hava savunma birimleri, dron operatörleri ve başka kuvvetler gönderdi. Ayrıca Suriye'den binlerce Sünni cihatçının Libya savaş sahalarına gönderilmesine yardım etti. Bu müdahale dengeleri Hafter'in aleyhine değiştirdi ve onun güçlerini çekerek Trablus kuşatmasını kaldırmasına neden oldu. Sisi ise buna tepki olarak Türkiye yanlısı güçlerin doğuya doğru ilerlemesinin sürmesi halinde parlamentonun da onayıyla Libya'yı işgal edeceği tehdidinde bulundu. 2020 yılı Ağustos ayında Almanya ve açıkça ABD'nin müdahalesiyle bir ateşkese varılarak durumun geçici olarak istikrara kavuşması sağlandı. Ancak ufukta siyasi bir çözüm görünmemektedir.

 

Uluslararası Yönelimdeki Değişim ve Akdeniz'de Çatışma

 

Türkiye, İslami karaktere sahip örgüt ve rejimleri desteklemekle beraber kendisini başka yollarla da Batı'dan uzaklaştırdı. Bu yeni yönelimin ilk açık işareti 2003'te ABD güçlerinin Irak'a Türkiye üzerinden geçişinin Türk parlamentosunda reddedilmesiydi.

 

Aslında ABD İncirlik'te önemli bir üsse sahip olmasına (B-61 kargo uçakları tarafından taşınan termonükleer silahlar burada tutuluyor ancak şu anda bakım amacıyla çıkarılması gerekiyor) ve NATO'nun Kürecik'te, İran'daki gelişmelerin takip edilmesi için tasarlanmış bir radar üssü bulunmasına rağmen ABD, IŞİD'e karşı savaşta açıkça Türkiye'nin desteğine bel bağlamıyor. Aksine, onun Irak ve Suriye'de sahadaki müttefikleri, Türkiye'nin terörist kabul ettiği PYD üyesi Kürtler. Bu konuda Türkiye'nin ordusu ile siyasi liderliği aynı görüşlere sahip.

 

Türkiye'nin NATO'nun silahlanma politkasından büyük ölçüde uzaklaşıp Rusya'dan gelişmiş yerden havaya S-400 füze sistemleri satın alması ile Türkiye ile ABD arasındaki gerilim yoğunlaştı. ABD de buna tepki olarak (ve aynı zamanda İsrail ve Yunan lobisindeki dostlarının koordineli baskısıyla) Türkiye'nin, bazı parçalarının Türkiye'de üretilmesi öngörülen savaş uçağı F-35 projesine katılımını iptal etti. Başkan Trump, Erdoğan'ın (ABD himayesindeki) Kürt güçlerinden Suriye'nin kuzeyindeki bir şeridi ele geçirmesine izin vermesine rağmen karşılıklı hoş olmayan atışmalar yaşandı ve Trump, Erdoğan'ın bir 'aptal' gibi davranması halinde Türk ekonomisini 'yerle bir etme' tehdidinde bulundu. Erdoğan ise tehdit mektubunu çöp kutusuna fırlattığını açıkladı.

 

Erdoğan ayrıca Avrupa'yı mülteci akını dalgalarıyla tehdit etmek ve ABD'yi aşağılamak yoluyla Avrupalı liderlere (özellikle Macron'a) kafa tutmaktan da çekinmiyor. Onun ABD başkan adayı Joe Biden'ı hedef alan kaba sözleri, bu düşmanlığın örneklerinden sadece yenisidir. Ancak Erdoğan'ın gerçek davranışları daha dikkatlidir.

 

Erdoğan'ın Putin ve Çin lideri Şi Jinping ile ilişkileri, onlara karşı saygılı olsa da, karmaşıktır. Türkiye'nin Kasım 2015'te hava sahasına giren Rus savaş uçağını düşürmesinin ardından tansiyonu düşürmenin bir yolu bulunmuş ve hatta bahsi geçen silah anlaşması yapılmıştır. Astana grubu olarak bilinen Türkiye, Rusya ve İran, Suriye politikalarını koordine etmeye çalışmaktadırlar. Yine de zaman zaman, özellikle Suriye'deki Rus ve Türk kuvvetleri ya da vekilleri arasında yaşanan olayların ardından, gerilim yükselmektedir. Çinliler de, başka şeylerle birlikte Çin'in kuzeybatısındaki (bir çeşit Türkçe konuşan) Uygur azınlığa destek açıklamaları sebebiyle, Erdoğan'la temkinli ilerlemektedir.

 

Şu anda Türkiye'nin politkası doğu Akdeniz'e odaklanmıştır. Türkiye'nin Yunanistan ile uzun süredir devam eden çatışması Libya sorunu ile iç içe geçmiştir. Erdoğan, askeri müdahale mutabakatının yanında, UMH ile bir anlaşma muhtırası imzalayarak doğu Akdeniz'de Türkiye'nin onayı olmadan Mısır, İsrail ve Kıbrıs'ın Yunanistan'a ve Avrupa pazarına ulaşmasını engelleyecek şekilde bir Münhasır Ekonomik Bölge dayatmıştır. Türkiye'nin tavrı uluslararası yasalara göre Yunanistan hakimiyetinde olan ve Girit ile Rodos gibi adaları içeren MEB'i görmezden gelmektedir. Erdoğan, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sınırı belirleyen 1923 Lozan Anlaşmasına da meydan okumuştur. (Ayrıca Suriye ve Irak sınırlarına da karşı çıkmıştır.) Atatürk'ün toprakları genişletmeye karşı uyarıları görmezden gelinmektedir.

 

Ülkeler arasındaki MEB sınırı anlaşmazlığı açıkça sualtı kaynakları üzerine bir kavga gibi algılansa da aynı zamanda Türkiye'nin bölgesel egemenlik elde etme ve 2019 başlarında kurulan Doğu Akdeniz Gaz Forumunu dağıtma girişimi mevcuttur. Bu hamle Türkiye'yi, karşılıklı donama manevralarında ve Türkiye'nin, Yunanistan'ın hak iddia ettiği ekonomik açıdan önemli sulara sismik araştırma gemileri göndermesinde görüldüğü gibi, Yunanistan ve Mısır ile çatışmaya sokmuştur. Bu Türkiye'yi, ilkesel olarak İsrail ile de anlaşmazlığa sürüklemiştir. (Ancak İsrail, Yunanistan ya da Mısır'ın tarafında askeri eyleme girişmekten kaçınmış ve ABD üzerinden Türkiye'ye karşı diplomatik eylemin ötesine geçmemiştir.)

 

Bu mücadelede hem BAE'nin (İsrail ile normalleşme açıklamasından bir hafta önce) hem de Fransa'nın Mısır ve Yunanistan'ı destekler bir pozisyon aldığı su götürmez bir biçimde ortaya çıktı. Mısır ve Yunanistan ayrıca 6 Ağustos 2020'de Türkiye ve Libya'nınkine karşılık kendi MEB anlaşmasını imzaladı. Daha sonra, Fransa, Yunanistan ve BAE'nin Doğu Akdeniz'de ortak bir deniz tatbikatına katılması ise Türkiye ile artan gerilimi yansıtıyordu. Almanya krizde arabuluculuk yapmaya çalışırken Washington'da bir tarafta yönetimde kilit pozisyonları tutan Türkiye yanlısı unsurlar ile diğer yanda Kongre'de Türkiye'ye, Ermeni soykırımı meselesi dahil artan düşmanlığı gösteren bir atmosfer hakim. Ayrıca Trump'ın etrafında da İsrail, Mısır ve BAE'ye özen gösteren bir grup bulunuyor.

 

İşte bu şartlar altında, Akdeniz'de giderek artan bir askeri çatışma ihtimali mevcut. Daha önce bahsedildiği gibi Türkiye'nin büyük, iyi donanımlı ve kullanmaktan çekinmediği bir ordusu var. Yine işaret edildiği gibi, askeri güçlerini Irak'ın kuzeyi, Suriye'nin kuzeyi ve Libya'nın batısı gibi Orta Doğu'daki çeşitli bölgelere gönderirken Katar ve Somali'de askeri üsler kurdu. Türkiye'nin Bab El Mendeb boğazında nüfuz kazanma amacıyla Yemen'de de faaliyetlerde bulunduğuna dair işaretler var. Doğu Akdeniz'deki tartışmalı bölgelerde Türk sismik keşif gemilerine askeri gemiler eşlik ediyor ve yaşanan diğer hadiseler bir yana geçenlerde Kıbrıs sularında İsrail'e ait bir gaz keşif gemisini taciz ettiler. Trablus kıyılarında ise Türk gemileri, Libya'ya uygulanan silah ambargosunu korumak isteyen bir Fransız fırkateyni ile çatışmanın eşiğine geldi. BM'nin Libya'ya silah ambargosunu uygulatmakla görevli Avrupa Birliği IRINI Operasyonu, Türkler ile sürtüşmeyi artırmaktan kaçınmaktadır.

 

Türkiye'nin kavgacı dış politikasına içeride ise büyük bir savunma sanayi eşlik etmektedir (Libya'da başka şeylerle birlikte Türk Bayraktar dronları kullanılmaktadır). Hükümetin savunma sanayi için açıkladığı 2023 hedefi Türk ordusunun silah ihtiyacının yüzde 75'inin karşılanması ve 10,3 milyar dolarlık ihracattır.

 

Erdoğan bundan başka, Eylül 2019'da partisinin üyelerine yaptığı bir konuşmada, BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi ve NPT'nin nükleer güç kabul ettiği ülkeleri kastederek 'beşli' hegamonyaya dayalı dünya düzenini meşru kabul etmediğinin ipuçlarını verdi. Yani Türkiye'nin nükleer alandaki faaliyetlerini, beraberinde askeri kapasitenin geldiği bir yönde ilerlese de, dışlamamaktadır.

 

İsrail Politikası İçin Kapsamlı Tavsiyeler

 

Türkiye'deki siyasi değişimlerin geçici olmadığı ve Erdoğan döneminden sonra da yok olmayacağı kabul edilmelidir. Bu değişimler Türk toplumundaki uzun dönemli trendlerin sonucudur. İsrail ile tekrarlanan sürtüşme ve kısa bir süre önce yapılan Kudüs ve El-Aksa'nın 'özgürleştirilmesi' çağrısı sadece Türk toplumundaki bazı kesimlerin anti-semitist duygularından kaynaklanmamakta olup aynı zamanda Batıdan uzaklaşmayı ve Müslüman dünyadaki İsrail karşıtı popüler tavır ile gelişen bir dayanışmayı yansıtmaktadır. İsrail'e yönelik kritik duruş ayrıca Müslümanlar ve özellikle kamuoyları kendileri ve Müslüman Kardeşler için kazanılan zaferden dolayı Türkiye'ye sempati besleyen Arap halkları arasında meşruiyet kazanmayı ve öncelikli bir statü elde etmeyi amaçlamıştır. Aslında Erdoğan bu halklar arasında daha önce hiçbir Türk liderin elde edemediği bir sempati kazanmıştır. Yani Erdoğan liderliğindeki Türkiye, bölgenin istikrarını tehdit eden ve İsrail'in çıkarlarını tehlikeye atan egemenlik ihtirasına sahip bir ülkeye dönüşmüştür.

 

Kendisini hedef alan hasmane açıklamalara rağmen İsrail, Türkiye'ye karşı büyük bir dikkatle hareket etmelidir. İsrail'in bu güçlü ülkeyi faal bir düşmana dönüştürmekten hiçbir çıkarı yoktur. Türkiye'nin Erdoğan yönetiminde bile İsrail konusunda belirli bir dereceye kadar pragmatizm gösterdiği göz önünde bulundurulmalıdr. Diplomatik ilişkiler tamamen koparılmamış ve Müslüman ziyaretçilerin Kudüs ve özellikle Tapınak Dağına ziyaretlerinin emniyete alınması dahil Türkiye'nin turizmi için önemli olan karşılıklı hava trafiği ile birlikte önemli ticari ilişkiler korunmuştur.

 

Sonuç olarak İsrail, gelecekte AKP'nin kontrolünde olmayan ya da parti içindeki daha ılımlı unsurların oluşturduğu başka bir hükümet ile daha iyi ilişkiler ihtimalini korumak için Türkiye'nin mevcut lideri ile bir bütün olarak Türk toplumu arasında ayrım yapmalıdır. Türk toplumundaki seküler çevreler ile Gülen hareketinin üyeleri, İsrail ile daha iyi ilişkiler istemektedir. Türkiye, İran değildir. Onun G-20 içindeki statüsü ile ABD ile ilişkileri Türkiye için önemlidir.

 

Bu bağlamda, Türkiye'nin, yöneticileri işbirliğini tercih ederse, bu yeni bölgesel işbirliklerinin Türkiye'yi dışlamadığının sürekli vurgulanması önemlidir. 

 

İsrail bir yandan da Türkiye'nin mevcut liderinin hırslarını sınırlamayı mümkün kılacak etki aygıtlarını bulmalıdır. Bu, ilk ve en başta ekonomik alanla ilgilidir. Ekonomi, Erdoğan'ın hem gücünün kaynağı hem de Aşil topuğudur. Hedef onun, İsrail'in hayati çıkarları ile Mısır başta olmak üzere bölgesel işbirliği ortakları açısından tehdit teşkil etmesini engellemektir. İsrail'in Türkiye ile ilgili diplomatik faaliyetleri Washington'a odaklanmalı ve Erdoğan'ı gemleme çabası içinde hem ABD yönetimini hem de Kongre'yi kullanmaya çalışmalıdır. Geçmiş yıllardaki tecrübeler Erdoğan'ın aşağılayıcı ifadelerine rağmen Washington ile doğrudan bir çatışmaya girmekten kaçındığını göstermektedir.

 

İsrail bir taraftan da Türkiye'yi 'zaptedecek' işbirliğini güçlendirmek için Mısır, Yunanistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile çalışmalıdır. Bu, hem diplomatik bir kampanya yürüten hem de Doğu Akdeniz'de, yani Libya ve Lübnan'da askeri bir varlık gösteren Fransa'nın attığı adımlarla birlikte yapılabilir. Türkiye'nin sorunlu davranışlarıyla ilgili Avrupa'nın farkındalığını da güçlendirmek önemlidir. Bir zamanlar Osmanlı boyunduruğunda yaşamak zorunda kalan Balkan ülkeleri de Türkiye'den çekinmektedir. AB üyesi olan Romanya ile Bulgaristan kadar birliğin kapısını çalan Sırbistan ve Kosova da bu çabaların doğal ortaklarıdır.

 

Özellikle İran ve vekilleri ile muhtemel bir çatışma, Kudüs için daha öncelikli olduğu sürece İsrail Türkiye'ye karşı askeri bir eyleme girişemez. Bu durum İsrail'in doğu Akdeniz'deki ortaklarına içtenlikle açıklanmalıdır. Ancak aynı zamanda Türkiye'nin hamlelerinin İsrail'in hayati çıkarlarını hedef alması durumunda, İsrail'in Türkiye'ye karşı güç kullanmaktan çekinmeyeceği de net bir şekilde ifade edilmelidir. İsrail'in Mavi Marmara filosunu engellemesinin diğer düşman filoların demir almasını durdurduğu ve bu hareketin Yunanistan ve Kıbrıs ile bölgedeki diğer ülkelerin saygısını kazandığı unutulmamalıdır.

 

İstihbarat toplama ve araştırma açısından ve savunma bileşenlerindeki gelişmeyi göz önüne alınca İsrail'in savunma teşkilatı ve istihbarat topluluğu, Türkiye'nin İsrail ve hayati çıkarları açısından risk oluşturan davranışları realitesine uyum sağlamalıdr. Türk donanma filosunun güçlenmesinin etkileri dikkatle düşünülmelidir. 

 

Erdoğan'ın açıklamaları düşünüldüğünde, Türkiye'nin nükleer alandaki gelişmeleri takip edilmelidir. Türkiye'nin Kudüs'teki faaliyetlerinin de izlenmesi ve şehrin Müslüman nüfusu üzerindeki nüfuzunun da etkisizleştirilmesi gerekmektedir. Türkiye'nin Kudüs üzerindeki nüfuzunu engellemede Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri doğal ortaklardır.

 

Suriye, Kürt sorunu, Rus paralı askerlerin Hafter ordusuna destek verdiği Libya ve Boğazda çatışan çıkarlar sebebiyle Rusya da Türkiye'nin hırslarından bir dereceye kadar endişe duymaktadır. Bu yüzden, yakın ya da uzak bir zamanda Rusya'daki büyük Müslüman azınlıklar arasında karışıklıkları tahrik etmesi muhtemel bir Türkiye'nin hırslarını sınırlamak için Rusya'nın yardım etme ihtimaline de bakmaya değer. 

 

Türkiye'deki sistemde zaaf noktaları bulma çabaları her halükarda ekonomik soruna odaklanmalıdır. Daha önce de dikkat çekildiği üzere ekonomi, Erdoğan iktidarını sağlamlaştırma ya da yıkmada merkezi bir rol oynamaktadır. Trump'ın pervasız uyarılarında görüldüğü gibi 2019 yılında Türkiye zaten, liradaki büyük değer kaybı, ekonomik büyümenin durması ve kabarmış borçlar gibi nüfuz araçlarına dönüşebilecek zorlu durumlar içindeydi. Şu anda ekonomi daha da hassas bir alandır. KOVİD-19 krizi en azından başlarda iyi yönetilememiş ve turizm sektöründeki bunalım sebebiyle bir ekonomik durgunluğa sebep olarak Türkiye'yi önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakmıştır.

 

Geçen yıllardan çıkarılan dersler Erdoğan'ın, etrafından dolaşamayacağı kararlı bir duruş karşısında olduğunu anladığında, özellikle Washington tarafından kısıtlayıcı etkilerin hedefi olabileceğini göstermektedir. İsrail burada Türk halkının düşman olarak algılanmadığını açıkça ifade ederek sağduyulu bir rol oynayabilir. 

 

Mevcut hükmetin düşmanlığı ve yaptığı açıklamalar antisemitizmin kıyılarında olsa da Türkiye'de rejimin korumasının tadını çıkaran ve buna ihtiyaç duyan küçük bir Yahudi cemaati bulunmaktadır. İspanya'dan sürülen Yahudilere ev sahipliği yapan Osmanlı İmparatorluğu ile övünmektedirler.) Bu cemaatin hassasiyetleri de hesaba katılmalıdır.

 

Ek: Türkiye'deki Siyasal Harita

 

Türkiye'deki siyasi partiler haritası aslında akışkan olsa da Erdoğan'ın AKP'si baskın bir yer tutmaktadır. Bu araştırma siyasal güç ilişkilerinin güncel bir resmini sunmakta ve gelecekle ilgili tahminlerde bulunmaktadır.

 

İktidardaki AKP

 

Haziran 2018'de yapılan son seçimlerde AKP oyların yüzde 42,56'sını aldı. 2023 seçimlerine gözünü diken Erdoğan halen sorgulanamaz lider konumunda ve partisi üzerindeki hakimiyeti sağlam ve sabit. Erdoğan, güç ve otorite toplama sürecinde Davutoğlu ve Babacan gibi karizmatik figürlerden kurtuldu. O, bu isimlerin yerine her şeye evet cevabını veren ve karizması olmayan eski başbakan Binali Yıldırım ya da mevcut başkan yardımcısı Fuat Oktay gibi isimleri tercih etti. Ancak Davutoğlu ve Babacan'ın başkaldırmasının ardından Aralık 2019'da ilk kez, Erdoğan döneminin sona ermesinin ardından AKP'ye kimin liderlik edeceği konusunda sessiz tartışmalar başladı. 

 

Muhalefete ait Cumhuriyet gazetesi AKP seçmenleri arasında bir anket düzenledi. Cevap verenlerin yüzde 73'ü Erdoğan'dan başka bir başkan düşünemediklerini ifade etti. Yüzde 17'lik bir kesim ise Dışişleri Bakanı Süleyman Soylu'ya destek verdiklerini açıkladı. Soylu'nun ezeli rakibi, Erdoğan'ın damadı ve (başarısız) maliye bakanı Berat Albayrak'a destek verenler ise yüzde 8'de kaldı. Ankette adı geçmemesine rağmen eski genelkurmay başkanı ve mevcut savunma bakanı Hulusi Akar da gelecekte partinin başına geçebilecek bir isim olarak görünüyor.

 

CHP – Cumhuriyet Halk Partisi

 

Kadim Cumhuriyet Halk Partisi 2018 seçimlerinde yüzde 22,64 oranında oy aldı. Yerel seçimlerdeki başarının ardından partinin başkanlık seçimlerinde Erdoğan'a rakip çıkarması muhtemel görünüyor. İstanbul'un yeni belediye başkanı Ekrem İmaoğlu, seküler partinin hiç şüphesiz oldukça önemli bir figürü. Ancak görevi kolay değil. CHP içinde Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile 2018'deki başkanlık seçiminde partinin adayı olan Muharrem İnce arasında liderlik rekabeti var. İnce bir süre önce partiden ayrılmadan yeni bir hareket kurduğunu açıkladı. İnce ile İmamoğlu arasındaki yarışın CHP'de çatlağa yol açma ve hatta bunun yeni bir seküler partinin kurulmasına kadar gitme ihtimali oldukça yüksek.

 

Ulusalcı Kamp  

 

MHP, 1969'da kurulmasından bu yana Türkiye'deki tüm ulusalcı partilerin 'anası' kabul edilmektedir. MHP, 2018 seçimlerinde oyların yüzde 11,1'ini aldı. 2015'te AKP ile kurulan ittifak ve yarattığı derin etki sayesinde MHP, siyasi gündemi belirlemedeki nüfuzu açısından önemli bir oyuncu olarak görülmektedir. Yani partinin AKP ile işbirliğini sürdürme ihtimali oldukça güçlüdür. Oldukça iyi bir siyasi stratejist olan Erdoğan, Kürtler ile barış sürecinin sona ermesinin ardından MHP'yi partisinin doğal bir ortağı yapmıştır. Halihazırda Türk ordusunun Suriye'nin kuzeyinde sürdürdüğü operasyonlar AKP ile MHP arasındaki ilişkileri güçlendirmektedir.

 

MHP, kurulmasından itibaren her zaman liderinin arkasında hizaya giren bir parti olmuştur. Partinin kurucusu ve efsanevi lideri olan Alparslan Türkeş, ölümünden önce Devlet Bahçeli'yi kendisine halef olarak atadı. Bahçeli, 1997 yılından bu yana başkanlık görevini yürütüyor. 2017'de statüsünü kaybetmekten korktu ve parti içinde başkanlık seçimleri düzenlenmesini engelledi. Sonuç olarak muhalifler partiyi terk etti ve İyi Parti'yi kurdu.

 

Meral Akşener yeni partinin başına geçtiğinde Türk siyasetindeki liderlik kavramında bir değişim meydana getirdi. Sinan Oğan ya da Ümit Özdağ gibi karizmatik erkek figürlere rağmen partide hakimiyet sağladı ancak Erdoğan'a karşı seçim mücadelesini kaybetti. Bunun sonucunda, Türk siyasetindeki normlara aykırı olarak, yenilginin sorumluluğunu aldı ve istifa etti. Herkes Oğan ya da Özdağ'ın onun yerini alacağını düşünürken parti üyelerinin büyük bir çoğunluğu onun başkanlığa dönmesini istedi. Partideki taraftarlarının baskısı sebebiyle Oğan ve Özdağ ona karşı açıkça meydan okumaktan imtina etti. Halihazırda onunla işbirliği içindeler. Yine de yeni bir başarısızlık ya da yeni bir başkanlık seçim olursa biri ya da ikisinin birden başkanlık adaylığını ilan etmesi muhtemel. İyi Parti'yi bekleyen şey istikrar değilmiş gibi görünüyor.

 

Kürt Partisi

 

Kürt partisi HDP, 2018 seçimlerinde yüzde 11,70 oranında oy aldı. Bu parti, Kürtlere düşman olmadığı dönemde Erdoğan'ı destekledi ve hatta 2015'te sona eren bir barış süreci başladı. Ancak Erdoğan'ın kazandığı 2014 başkanlık seçimlerinde Kürt partisi Türk lidere muhalefet gösterdi. Partinin karizmaya ve hitabet becerisine sahip başkanı Selahattin Demirtaş ciddi bir rakip oldu. Demirtaş, 'seni başkan yaptırmayacağız' sloganı ile bir kampanya yürüttü. Erdoğan kendi adına Demirtaş'ın bu hamlesini ihanet olarak gördü. Buna yanıt olarak Türk ulusalcılarıyla ittifak kurdu ve Kürtlerle barış sürecini bitiren yolu açtı. Geçmişe bakıldığında barış sürecinin sona ermesi, Kürt partisinin yasadışı ilan edilmesi ve 4 Kasım 2016'da Demirtaş'ın hapse atılmasının açıkça MHP'nin AKP ile ittifak kurma şartları olduğu görülüyor. Bu periyotta başka Kürt liderler de hapse atıldı ve onların yokluğunda HDP iki yeni başkanı, Sezai Temelli ve Pervin Buldan'ı seçti. Bu ikisinin karizma açısından Demirtaş'ın yanından bile geçmemesi partiyi zayıflattı. Görünüşe göre Erdoğan, MHP ile ittifak aracılığıyla hakimiyetini sağlamlaştırdığı sürece ufukta Kürtlerle bir barış süreci yok.

 

Ahmet Davutoğlu’nun Gelecek Partisi

 

Ahmet Davutoğlu 13 Ekim 2019'da kameraların karşısına geçti ve Gelecek Partisi adında yeni bir muhalefet partisi kurulduğunu deklare etti. Klasik bir yeni Osmanlıcı olarak Davutoğlu, Türkiye'nin dış politikasında önemli bir değişiklik istemeyen ulusalcı-dindar kesimden taraftar bulmaya çalışıyor. Ancak Davutoğlu iç politikada keskin değişimler yapmayı umuyor. Basına, başkanlık sistemini lağvederek parlamenter sistemi yeniden tesis etmek istediğini söyledi. Davutoğlu'nun Türkiye'de bir devrim yapma şansı fazla görünmüyor. Çoğu Türk için Davutoğlu deyince akla AKP'nin geçen dönemi yani terör saldırıları, uluslararası yalıtılmışlık, genelde Orta Doğu ve özelde Suriye'de başarısız bir dış politika ve çöken bir ekonomi geliyor. Görünüşe göre Davutoğlu sadece Erdoğan'dan memnun olmayan Türk muhafazakarlardan destek alabilecek. Bir süre önce Ayasofya'yı camiye çevirerek büyük bir sempati toplayan Erdoğan'ın karşısında Davutoğlu'nun yüzde 10 barajını geçme şansı çok küçük görünüyor. Yani yüzde 10 barajını geçmek için Erdoğan karşıtı diğer partilerle ittifak yapma ihtimali oldukça yüksek. 

 

Ali Babacan’ın Deva Partisi

 

Davutoğlu'na kıyasla Babacan'ın seçim barajını geçme şansı daha yüksek. Zira daha olumlu bir imaja sahip. Çoğu Türk için Babacan'ın imajı, Avrupa Birliği ve ABD ile iyi ilişkiler kadar ekonomik refahın damga vurduğu AKP'nin ilk dönemini hatırlatıyor. Babacan'ın ekonomik alandaki başarılarına rağmen karizmadan yoksun olduğu gözlerden kaçmamalı. Dış politika ile ekonomide yaşattığı güzel gelişmelere rağmen Erdoğan'ın partisinden ciddi miktarda oy 'aşırması' mümkün görünmüyor. Onun yerine CHP ve İyi Parti saflarından oy alması çok muhtemel. Davutoğlu'nun partisi gibi Deva Partisi'nin de Erdoğan karşıtı partilerle ittifak çalışması içine girme ihtimali oldukça yüksek.

 

Türk Siyasetinde Yakın Gelecek

 

Erdoğan'ın uzun süren hakimiyeti onun düşman ve dostlarını aynı şekilde şaşırtma becerisine sahip olduğunu gösteriyor. Onun kararları büyük oranda kurduğu siyasi ittifaklardan etkileniyor. Onun siyasi evrimi şu şekilde anlaşılabilir: geçmişte ordunun siyasi rolünün etkisizleştirilmesini isteyen liberaller ve iş adamlarını, Türk kamusal alanında İslami renkleri isteyen Gülencileri, kültürel özerklik isteyen Kürtleri ve bir süre önce de Kürtlerin isteklerinden endişe eden Türk ulusalcılarını istihdam etti. Erdoğan bütün bu grupları ülkedeki hakimiyetini sürdürmek için birer araç olarak kullandı. 2002'den bu yana devam eden tarih hiçbir siyasi aktörün üstünün çizilmekten ya da terk edilmekten muaf olmadığını göstermektedir. Erdoğan'ın halihazırda ulusalcıları doğal bir ortak olarak düşündüğü görülse de, Türk ulusalcılarının onun siyasi ihtiyaçlarına hizmet etmediği kanısına varırsa başka bir ortak bulmaya çalışabilir.

 

Bugünlerde parlamentoda çoğunluğu elde etmek Kürt meselesiyle ilgilidir. Parlamentoda sağlam bir çoğunluğa sahip olacak bir koalisyonda Kürt partisi kilit bir rol oynamaktadır. Çoğu ankete göre AKP ve MHP toplamda parlamentodaki sandalyelerin yüzde 50'sinden fazlasına sahip olamamaktadır. Ancak muhalefet koalisyonu da aynı durumdadır. Aşağıdaki tablo seçimlerin Haziran 2020'de yapılması halinde insanların hangi partiye oy vereceğini araştıran anketlerden çıkan ortalama sonuçları göstermektedir:

 

AKP-MHP ittifakı: %42

İyi Parti-CHP ittifakı: %40

AKP: %34

MHP: %8,3

CHP: %28

İyi Parti: %12

HDP: %12,4

 

Bu bulgulara göre HDP, parlamentoda iktidarı belirleme statüsüne sahiptir ki bu da Erdoğan'ın lehine olmayan bir sonuçtur. Başkanlık seçiminde elde edilen sonuç da Erdoğan açısından çok iyimser değildir. Bu anketlere göre eğer muhalafet Ekrem İmamoğlu'nun adaylığı etrafında birleşirse (çok zor bir varsayım) ve Kürt partisi barajı aşarsa Erdoğan'ı sandıkta mağlup etme şansı doğabilir. Kürt partisi Erdoğan karşıtı koalisyonun resmi bir ortağı olmadığı için asgari yüzde 10 barajı geçmelidir. Erdoğan karşıtı koalisyon ortağı partiler ise bu ittifakın barajı kolayca geçmesinden faydalanacaktır.

 

Erdoğan'ın mağlubiyeti kabul edip etmeyeceği net değildir. Mantıklı düşünülürse sonuçları tanımayacağı ve İstanbul'daki ilk seçimde yaptığı gibi iptal edilmesi için çalışacağı varsayılabilir. Kürt partisinin yüzde 10'u geçememesi durumunda Kürt bölgelerindeki en büyük ikinci parti olan AKP'nin bu bölgeleri ele geçireceği de gözlerden kaçmamalıdır. Aslına bakılırsa HDP'nin barajı geçememesi durumunda AKP önemli oranda güçlenecektir.

 

Kürt partisinin önemine rağmen iki bloğun da HDP'yi yanlarına çekmek konusunda aceleleri yoktur. Kürt partisi ile ortaklık çeşitli hedef kesimlerin değerini düşürebilir. İyi Parti'nin başkanı Akşener geçenlerde HDP'nin yerinin terör örgütü PKK'nın yanı olduğunu söyleyerek CHP ile ittifakın Kürt partisini içerme seçeneğini kesin bir dille reddetti. Öte yandan onun sözlerine rağmen HDP seçmeni neyin tehlikede olduğunu ve her bir partinin hassasiyetlerini çok iyi biliyor. HDP'nin Erdoğan karşıtı ittifakı gayriresmi olarak desteklemeye devam edeceği açıkça görülüyor.

 

Eğer ulusalcı MHP barajı geçmeyi başaramazsa Erdoğan'ın gözündeki önemini yitirecektir. Bu durumu engellemek için MHP anketlerde barajın üstünde göründüğü sürece erken seçim çağrısında bulunma eğilimi mevcuttur. Böyle bir adım şüphesiz Davutoğlu ve Babacan'ın partileri için sorun teşkil edecektir. Türk yasaları bir partinin parlamentoda minimun 20 sandalyelik bir grubu ya da ülke çapında temsilcilikleri yoksa çalışmasına izin vermemektedir. Ayrıca parti başkanlığı seçimlerinin ulusal seçimlerden altı ay öncesine kadar tamamlanması gerekmektedir. Bir partinin, mecliste henüz temsilcisi olmayan başka bir partiye milletvekili kiralama ihtimali de mevcuttur. Bu ihtimal sebebiyle MHP ile AKP, Davutoğlu ile Babacan'ın yolunu tıkamak için parlamentoda üye transferini engelleyen bir yasa üzerinde çalışıyor. Ancak bu yasa MHP'nin başka bir parti ile birleşme seçeneğini de ortadan kaldıracaktır. 

 

Eğer bu hamle başarılı olursa Erdoğan hükümetinin Kürt politikası değişmeyecektir. Ancak Davutoğlu ve Babacan meclise girmeyi başarır ve MHP güç kaybederse Erdoğan siyasi haritadan yeni müttefikler aramak zorunda kalacaktır. Bu durumda Kürt politikasının değişme şansı olabilir.

 

Türkiye'nin siyasi kulvarlarında pek çok belirsizlik mevcut. 2023'te Erdoğan yönetiminin sona ermesi mümkün ancak onun siyasi becerileri siyasi engelleri aşmasına kafi de gelebilir. Her halükarda Erdoğan, siyasi sisteme damgasını vurmuştur. Ülke daha dindar, merkezi ve hırslı bir hale gelmiştir.

 

 

Sosyal medyada paylaş: Facebook Twitter Whtasapp


Hakkımızda

Uluslararası Siyasal Gündem - Kudus Analiz | KA kudusanaliz.com.tr


Kudüs Analiz sitesi bir Kudüs Medya AŞ portalıdır




Son Güncellenenler


Network Yazılım